Fotoğraf: Right lively hood award

Erken dönem toplumsal cinsiyet tartışmalarının bir ayağı olan, ne yazık ki zaman zaman güncelliğini koruduğunu fark ettiğim, nature/nurture (doğa/kültür) ikiliğinde; kadınlar doğa, erkekler kültür ile ilişkilendiriliyor. Bu konfigürasyonda, kadınların kültürel, sanatsal, yönetsel faaliyetlerden ziyade daha basit ve gündelik iş ve işlemlere yatkın, duygusal olduğu kanıksanır ve yeniden üretim fonksiyonuna sahipliği de vurgulanarak doğa ile özdeş tutuluyor. Kadın, toplumsal olarak ikincil plana itilirken ve bu durum biyolojik açıklamalarla desteklenmeye çalışılırken, ayrıcalıklı konumunda rasyonalitenin ve aklın temsilcisi kabul edilen erkekler, kadınların olamadıkları her şey olarak ön plana çıkıyor. Kökleri 1970’lere dayanan, en basit tanımlamasıyla çevre meselelerine, sorunlarına feminist bir perspektifle yaklaşılması ihtiyacına ve gerekliliğine vurgusuyla eko-feminizmde de “özdeşlik” kavramsallaştırmasına başvurulduğu görülüyor ancak daha anlamlı ve farklı bir saikle. Bu özdeşlikte hem kadının hem de doğanın tahakküm altına alındığına dair vurgu ile doğa/kültür tartışmalarındaki biyolojik determinizm, yerini sosyolojik bir okumaya bırakıyor. 

1990’lardan itibaren tarihsel olarak bir süreklilik içerisinde, vadileri, köyleri, suları, taşı toprağı için mücadele eden, doğa talanına karşı ağır iş makinelerine bariyer olanlar neden ağırlıklı olarak kadınlardır sorusunun cevabını hangi özdeşlik konfigürasyonunda aramalıyız? Diğer bir ifade ile kadınlar doğaya yakın/onunla özdeş oldukları için mi bir tür mücadeleye kuşanırlar, yoksa cevabı -sosyolojik bir okumaya girişerek- kadına ve doğaya karşı uygulanan şiddetin failinin özdeşliğinde mi aramak gerekiyor… 

Bu bağlamda, HES direnişleri denildiğinde hafızamızda beliren görüntünün ilk temsilcilerinden biri, hepimizin “Havva Ana” olarak tanıdığı Rabia Özcan, “Defol Cengiz” isyanıyla bize, ipucunun ötesinde aslında bir netlik sunuyor. Kadınlara ve doğaya uygulanan şiddetin faili meçhul değil, aksine kapitalist patriyarkanın ta kendisi. Çünkü kadının ve doğanın tahakküm altında alınmasında etkin bir rol oynuyor. Bu role karşın tepki de kaçınılmaz olarak filizlenip kök salıyor. Aynı kapitalist patriyarka, özel bir madencilik şirketinin maden sahasını “zenginleştirme”ye yönelik girişimde kendini yeniden gösterdiğinde, tesisi yerleşim yerine 200 metre olan Bursa’nın Kirazlıyayla köyünde kadınlar tarafından tepki ve direnişle karşılanıyor. Benzer şekilde, Kaz Dağları’nda, ekmek kapısı olacak bir proje düşünmeleri beklendiğinde yine kadınlar, yerleşim yerine yaklaşık 700 metre uzaklıkta çukurların açılacak ve atıklarının bu alanlarda depolanacak, dönüşümlü vardiyalarla insanların çalıştırılacak, doğa ve içerisinde yaşayan çeşitli türleri olası patlamalarda can verecek olmasına ve Çanakkale’nin bir köyünün haritadan silinecek olmasına epeyi tepkiliydi. Bu onların, Kaz Dağlarının üstünü altından değerli bulması için oldukça geçerli sebeplerdi. 

Çok haklı değiller mi?

Türkiye’de dağınık ve kopuk hissi yaratsa ve hatta sınırları her zaman çizilmiş bir anlaşmaya dayalı olmasa da ekolojik meseleler kapsamında iki mücadeleyi; feminist ve ekolojik tavır alışları birleştiren bir etki yarattığı dönemler mevcuttur. “Kadınlar tarafından doğa için” bir tür dayanışmaya dönüşen bu gizli sözleşme, farklı örneklerle kamusallaşıyor ve kadınların haykırışlarında vücut buluyor. Hiç şüphesiz örnekler çoğaltılabilir, ülkenin farklı bölgelerinden yükselen seslerle çeşitlendirilebilir. Örneğin, 2019 yılında, “Kaz Dağlarının Üstü Altından Değerli” sloganına eşlik eden Las Tesis dansı, “eksilmeyeceğimiz”e dair direnişimizin kamusal ilanı… ne bir ağaç ne de bir kadın! Bu, kadın ve doğa direnişlerinin birbirini kucakladığı en güzel örneklerden biri. Kuşkusuz ilk örneği de değil. Karadeniz, Yeşil Yol projesine karşı bir tür direniş pratiği olarak tulum eşliğinde horona, türkülerle ortak bir isyanı hali hazırda deneyimlemişti, hepimiz şahidiz. Dahası, Fındıklı’daki HES’lerden Efemçukuru altın madenine, İkizdere’deki taş ocaklarından Akkuyu nükleer ve Gerze termik santraline, Karadeniz Yeşil Yol Projesi’nden yüzbinlerce ağacın kesildiği Kaz Dağları’na, Hasankeyf’teki baraj yapımından Çaldağı mücadelesine ve daha pek çok yerleşim yerinde kadınlar, doğayı kapitalist-patriyarkaya karşı koruma niyetinde hep direnişte oldular.

Sahi neden kadınlar?

Her ne kadar istatistiki olarak erkeklerin ve kadınların yüzde kaçının yaşam alanlarını savunduğuna dair verilere ulaşmak oldukça zor olsa da açık olan şu ki direnişin sembolü olarak “kadın”lar patronlara, taşeronlara ve sisteme kafa tutuyorlar. Kadınlar daha fazla kâr uğruna doğa sömürüsünün, nihayetinde ekosistem üzerinde yıkıcı etki yaratacağını öngörüyorlar. Bu da kaçınılmaz olarak kadını doğrudan etkileyecek olan bir şey. Elbette, kadının ve doğanın özdeş olmasından kaynaklı bir etki değil bu, aksine kökleri yine patriyarkaya ve mülkiyet ilişkilerine dayanan kadının tarımsal faaliyetle olan yakınlığından; cinsiyete dayalı işbölümünden kaynaklı. Doğaya karşı uygulanan şiddet sonucunda, tarım alanları daralıyor ya da yok oluyor, suya, tarıma ve hayvancılığa dayalı geçim zorlaşıyor, hava kirleniyor, risk teşkil eden hastalıklar, yüksek riskli gebelikler ve hatta anne-bebek ölümleri yaygınlaşıyor … Bu ve buna benzer sorunlar karşısında kadının konumu merkezileşiyor. Dolayısıyla, eko-feministlerin de sıklıkla vurguladığı gibi iki mücadelenin (kadın-çevre) birbirini beslemesi, güçlendirmesi, birbirlerinin bilgi ve deneyimlerinden faydalanması kaçınılmaz hale geliyor. 

Nasıl mı? 

Farklı deneyimleriyle kadınların bir araya gelmesiyle… Özellikle günümüz kadın hareketinin, doğanın talanı da dahil her türlü eşitsizlik formuna net bir duruş sergilediğini biliyoruz. Bahsi geçen kopukluk ve dağınıklığı da ortadan kaldırabilecek güce sahip olduklarına da…

Yeliz Kendir Gök


© PRIZMA MEDIUM

Bu yazı, Kosova Açık Toplum Vakfı’nın mali desteğiyle hazırlanmıştır. Bu yayında ifade edilen görüşler Prizren Medya Derneği’ne aittir ve hiçbir şekilde Kosova Açık Toplum Vakfı’nın görüşü olarak kabul edilemez.