İnisiyatifinizle başlayalım. “Pravo na vodu” nedir?

Sırpça’dan “Su hakkı” olarak tercüme edilen “Pravo na vodu” herkesin katılabileceği bir girişimdir. Uğruna savaştığımız şey, her insanın güvenli içme suyuna erişimi olması, yani bu suyun ücretsiz olmasıdır. Girişimin bir parçası olarak hidroelektrik santralleri konusunu da ele alıyoruz; yerel inisiyatiflerle birlikte onlara karşı mücadele ediyoruz. Su hakkıyla ilgili diğer birçok konuyu ele alıyoruz. Girişim, Polekol adlı kurumun bir parçası ve kurumun üzerinde çalıştığı dört ana başlık var, bunlardan biri kamuoyu tarafından tanındığımız bu girişim “Pravo Na Vodu”. Girişim 2018’de başladı. Ancak 2019’da daha fazla eğitim ve araştırma faaliyeti yapmamız gereken politik ekoloji için daha yapısal bir organizasyona ihtiyacımız olduğunu anladık. Girişimin ana yaklaşımı, yerel ve toplum temelli girişimlerle çalışmaktır.

Girişimin nasıl başladığından biraz bahseder misiniz?

Meslektaşlarım Iva Markovic ve Zaklina Zikovic girişimi başlatanlar oldu. Her ikisi de on yılı aşkın bir süredir Belgrad’da, bölgede ve Sırbistan’daki küçük köylerde çeşitli kuruluşlarda çalışarak yeşil hareketlerde aktif bir rol aldılar ve zamanla bu “su hakkı” konusuna odaklandılar.

Topluluğu harekete geçirmeyi ve yeşil aktivizm hakkında farkındalık yaratmayı nasıl başardınız?

Girişimi kuran kadınlar, uzun yıllar boyunca yeşil aktivizm konusunda bu bakış açısına sahiplerdi.  Her ne kadar çok uzun yıllar boyunca bu konuların üzerine çalışmış olsalar bile, ancak şimdi bu büyük ekolojik meselelerin daha geniş bir kamuoyunun dikkatine sunulmasının zamanı geldi. Öncesinde odak noktası daha çok yoksulluk ve ulusal meseleler iken, şimdi bölgenin dört bir yanından sıradan vatandaşların yeşil aktivizm etrafında toplanması çok uzun sürmedi.

Sadece ofiste kalarak, raporlar yazarak veya araştırma yaparak değil, sahaya çıkarak, insanlarla tanışarak toplumu harekete geçirmeyi başardılar. Fiziksel olarak oradaydılar ve birçok farklı köye, küçük ve büyük kasabalara, dağlara, nerde bir sorun varsa oraya gittiler ve insanlarla konuştular. Oralara halkla konuşmak ve onların yerine mücadeleyi devralmak için değil, onlarla birlikte çalışmaya devam ettiler.

Yıllar geçtikçe, “Pravo na Vodu”nun koordinasyon ve rehberlik rolüyle birlikte aynı zamanda çeşitli küçük girişimleri birbirine bağlayan bir merkez olarak tanınmaya başladığını  düşünüyorum. Küçük topluluklar ve yerel girişimler, çeşitli meseleler konusunda destek almak için bizimle irtibata geçerek örneğin nehir kirliliği ile ilgilenen herhangi bir girişimden haberdar olup olmadığımızı soruyorlar; biz de onları medyayla bağlantı kurmalarına yardımcı oluyor veya bazı durumlarda bizlerin neler yaptığını, onların neler yapabileceğini anlatıyoruz.  

Diğer yeşil bölgesel girişimlerle işbirliğiniz var mı?

Siyasi seçkinler tarafından hepimiz bölge düşmanı olarak ilan edilmemize rağmen, bölgedeki çeşitli kurum ve girişimlerle işbirliğine devam ettik. Karşılaştığımız ekolojik sorunlar dahil olmak üzere, bölgedeki sıradan insanların gerçek sorunları birbirine çok benziyor. Batı Sırbistan’da bu Rio Tinto sorununu yaşarsak, bu sadece Sırbistan’ı kirletmeyecek, Bosna Hersek’i de etkileyecektir. Ayrıca ana nehirlerimiz bölge ve çevrelerinden geçiyor, dolayısıyla bu sadece Sırbistan’ın sorunu değil, bölgesel bir sorun. İnsanlar aynı dertten muzdaripler; artık suları yok, fakat sınırın ötesinde aynı sorunlarla karşı karşıya olanlara yönelik bir duyarlılık gösteriyorlar. 

“Pravo na vodu” olarak, temel bölgesel inisiyatiflere dayanan “Odbranimo r(ij)eke Balkan” (Balkan nehirlerini koruyalım) bölgesel bir ağ başlattık. Saraybosna’da yaptığımız ilk toplantıdan sonra, su meselesinin sadece nehirlerin korunması ve hidroelektrik santrallerine karşı çıkılmasından ibaret olmadığını fark ettik. Su sorunu daha geniş bir meseledir ve belediyelerin su yönetimi, içme suyu ve su kaynaklarının özel sektöre satışı gibi konuları da kapsamalıdır. Sırbistan’da ve tüm bölgede ekolojik mücadele ve bu hareketin sunumu medyada çok görünür olmasa bile aslında çoğunlukla kadınlar tarafından yürütüldüğünü belirtmekte fayda var. Hareket içindeki işlerin çoğu, kadınlar tarafından yapılıyor – ve farklı kadınlardan bahsediyorum – Krushcica veya Topli Do’da nehirlerini koruyan köylerden yaşlı kadınlar, daha araştırma odaklı kadınlar, çevreyi koruma politikalarını analiz eden avukatlar vb. Farklı yaş ve etnik kökenlerden kadınlar, yaşadıkları yer olan çevreyi korumak için bir araya geliyorlar. 

Ekolojik hareketler/girişimler bağlamında cinsiyet kimliği farkındalığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Pravo na vodu” çevre koruma için kadın aktivistlerden oluşan bir ağ başlattı. Bunu başlattık çünkü insanlarla çevre sorunları hakkında konuşmak için sahaya her çıktığımızda kadınlarla karşılaştık. Daha önce de söylediğim gibi, hareketin içinde kadınlar görünmüyor – sadece erkekleri görüyoruz – ama aslında kadınlar insanları örgütlüyor, politikaları analiz ediyor, yatırımcıların nehirlere zarar vermesini önlemek için köprüleri engelliyor… Siyasi düzey ve yatırımcılar tarafından hedef alınan ve tehdit edilenler bile genellikle kadınlardı.

Mücadelenin daha çok kadın işi olduğunu fark ettik ancak onların sesleri duyulmuyordu,  cinsiyet perspektifi hareketlere dahil edilmiş değildi. Ardından yerel inisiyatiflerin kadınlarıyla bağlantı kurmak ve birbirimize destek olmak için bir tür ağ geliştirmeye karar verdik. Bu ağ iki yıldır var ve yüz yüze buluşup çeşitli etkinlikler düzenliyoruz. Mart ayında kadınlarla üçüncü toplantımızı gerçekleştirdik. Kadınlar bu toplantıya yeşil aktivist kimliğiyle geldiler ve toplumlarındaki ekolojik sorunlar hakkında bolca konuştular. Ancak feminizm kavramının kabul edilebilir olması çok zor gözüküyordu. Birçok kadından “Biz erkeklere karşı değiliz; erkeklerden nefret etmiyoruz; neden bu toplantıya erkekleri dahil etmiyorsunuz” ifadelerini ve buna benzerlerini duyduk. Gerçekten de aktivist olarak onların deneyimlerini vurgulamak zordu. Bir kadın aktivistin deneyiminin, erkek olsaydı aynı olmayacağı, bir şeylerin daha kolay ve daha olası olacağı açıktı. Bu tartışmayı başlatmak ve kadın aktivistler olarak deneyimlerini dinlemek bizim için önemliydi. Ayrımcılık ya da haklarımız için feministlere ihtiyacımız olduğunu dile getirmeyerek deneyimlerini ve mücadelelerini paylaştılar.

Hareketin içinde kadınların bakış açısına sahip olmak çok önemli. Yeşil aktivistler olarak taleplerimizde kadın perspektifinden yoksun olursak, hareketi daha demokratik ve kapsayıcı bir şekilde şekillendirme ivmesini kaybedeceğiz. Araştırmalar, iklim krizinin sonuçlarının yoksul insanlar ve özellikle kadınlar ve kız çocukları için daha şiddetli olacağını şimdiden gösteriyor.

Bölgedeki kırsal alanlardan doğa için savaşan kadınları da görüyoruz. Neden kadınlar ve neden şimdi?

Bence doğa için savaşan hep kadınlar oldu ama şimdi daha görünür olmaya başladılar. Çoğu durumda, bir sorun olduğuna işaret eden, yerel sorunları konuşmaya ve toplumu harekete geçirmeye başlayanlar kadınlardır.

Bu bizim ağımızla da yapmak istediğimiz şey, bize bağıran ve ne yapmamız gerektiğini söyleyen bir kişiye ihtiyacımız yok. Ağımız topluluk tabanlı, işbirliği esaslıdır.  Ve bunun bakım etiği ile ilgisi var. Faaliyetlerimizle ve eko-feminist yaklaşımımızla her türlü tahakküme, erkeklerin kadınlar üzerindeki ve ayrıca erkeklerin doğa üzerindeki tahakkümüne karşı çıkmak istiyoruz. 

Aynı zamanda tarihimiz boyunca genel olarak doğanın, toplumun ve çocukların bakımı için bir cinsiyeti sosyalleştirdik. Biz kadınlar toplumla ilgilenmek için daha sosyaliz, bu yüzden sorunu gören ve toplumu, doğayı korumak için harekete geçen hep kadınlardı.

Kadın aktivistlerden oluşan bir ağ oluşturduğunuzu ve feminizmi tartıştığınızı belirtiyorsunuz. Girişiminiz içinde ekofeminizmi nasıl tanımlarsınız?

Her şeyden önce, kadın aktivistler ağı içinde feminizm kelimesini kullanmak çok zordu. Çünkü feminizm hakkında okuma fırsatı bulamamış kadınların çoğu feministler hakkında kötü bir izlenime sahipti. Feministler, erkeklerden nefret eden kızgın kadınlar olarak algılandı. Bu yüzden tartışmamız boyunca feminist yaklaşımımızın yeşil-ekolojik sorunlara ne kattığına odaklandık, bu ana yaklaşım, baskın olandan farklıdır. Ve eko-feminist yaklaşımımız, sömürü yerine, topluluk üyeleri ve doğa için işbirliği yapmayı ve özen göstermeyi içeren çevresel sorunlarla mücadele etmek için alternatif bir yol sunuyor. Ekofeminizmin tanımından bahsettiğimizde, genellikle toplumsal cinsiyet ve doğayı korumanın bu kesişimine odaklanıyoruz. Odaklandığımız üç ana nokta var. Birincisi, hareket içinde kadın çalışmalarının temsili ve sunumudur. İkincisi, iklim krizlerinin sonuçlarının analizi ve doğanın korunmasıdır. Sonuçlar herkes için ağır olacaktır, ancak bakım işlerinin çoğu onlardan beklenen kadınlar ve kız çocukları için daha şiddetli olacaktır. Çünkü, daha da fazla hastalanacak olan yaşlılara yiyecek, su ve bakımın kadınlar tarafından sağlanması beklenecektir. Üçüncü nokta, eğer cinsiyet kimliğine kayıtsız kalmaya devam edersek, bu ekolojik hareketin kendisine mâl olacağı meselesidir. Bu konu etrafında tarihi bir siyasi seferberlik anı yaşanırken, toplumsal cinsiyet perspektifinden bahsetmek ve onu dahil etmek çok önemli gözüküyor. Aksi takdirde, aşırı sağ anlatı tarafından kapılabilecek büyük bir tehlike olacaktır.

Toplumsal cinsiyet perspektifinin harekete dahil edilmesi gerektiğini düşünenler olsa da, bunu acil bir konu olarak görmüyorlar. Ve durum oldukça sorunlu, çünkü toplumsal cinsiyete dair perspektifin şimdi, hareket henüz şekillenirken entegre edilmesi gerekmektedir. 

Röportaj: Adelina Hasani

© PRIZMA MEDIUM

Bu röportaj Kosova Açık Toplum Vakfı’nın mali desteğiyle hazırlanmıştır. Bu yayında ifade edilen görüşler Prizren Medya Derneği’ne aittir ve hiçbir şekilde Kosova Açık Toplum Vakfı’nın görüşü olarak kabul edilmez.