Gresa Hasa, Kolaj: Prizma Medium

İklim krizi pek çok kişi tarafından uzak gelecekte yaşanabilecek potansiyel bir tehdit olarak algılandı. Kimileri ise bu konunun abartıldığını düşündü. Ayrıca iklim krizini ‘batıdan ithal edilen palavralar’ olarak değerlendiren komplo söylentileri de eksik olmadı.

Ancak bu tartışmasız gerçek zaten somut hale geldi. 2021 yazı, gezegen tarihinde kaydedilen en yüksek sıcaklıkları işaret etti. Arnavutluk da dahil Akdeniz alevler içinde kaldı. Yangınlar Türkiye, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde de ölümlere ve önemli ekonomik hasara neden oldu. Bununla birlikte, Avrupa’nın kuzetbatısı, yüzlerce cana mal olan şiddetli yağmurlar ve sel baskınlarına teslim oldu. Almanya’nın güneybatısındaki Rinland bölgesindeki Schuld köyü neredeyse enkaza döndü. 2021’deki doğal afetlerin küresel maliyeti toplamda 247 milyar Euro’ya mal oldu.

Doğa olayları bizi sürekli şaşırtsa da, karşı karşıya olduğumuz iklim krizi son derece insani ve öngörülmüş bir sonuçtur. Bu durum, ayrıcalıklı bir sosyal azınlığın elinde devamlı artan sermaye birikiminin ve daha fazlası istemek açgözlülüğünün önderlik ettiği sosyo-ekonomik sistemin bir sonucu. Dünya genelinde 1988-2015 yılları arasında sera etkisinin neden olduğu zarardan aralarında ‘ExxonMobil’, ‘Gazprom’, ‘Chevron Corp.’, ‘RioTento’nun da olduğu sadece 100 şirket sorumlu.

Bu kriz rastlantısal değildir. Uzun süredir alarm veren farklı bilimsel konular gibi kendi kendine de çözülmeyecek. Ne de olsa, bazı yerleri açıkça etkilemesine rağmen, yalnızca birkaç yeri etkilemiyor! Devletler ve toplumlar arasındaki fark, ekonomik temelde ve her birinin bu krizi zaman içinde ele alma ve azaltma konusundaki kolektif becerisinde yatmaktadır. Öte yandan bu sorun feminist bir sorundur ve bu nedenle feminist bir çözümü de hak etmektedir.

Feminist davanın ekolojik olanla ortak noktası nedir? 

Ekonomik ve ataerkil üstünlüğün toplumsal yaşama ve doğaya hakim olduğu hiyerarşik bir değer sistemi, sorunun kökeni.Gezegenimizin, doğamızın ve biyolojik çeşitliliğimizin, insanın hizmetinde olduğu fikri, kadının erkeğin hizmetinde olduğu fikrine benzer. İnsanın doğaya üstünlüğü kadar, erkeğin de kadına üstünlüğü; nehirlerin, ormanların, denizlerin, okyanusların ve bunlarla bir arada bulunan yaşamların yok edilmesini haklı çıkaran derin ataerkil ve kapitalist bir aldıgır. Tıpkı beyaz heteronormatif üstünlüğün kadınlara, LGBTQ+ bireylere, siyahilere, beyaz olmayan insanlar vesaire yönelik sistematik baskıyı haklı çıkarmaya çalışması gibi… Ancak ‘sömüren’ ve ‘sömürülen’ terimlerinin ötesinde, hiyerarşik ilişkilerin yerini uyum içinde bir arada yaşama ilişkilerinin aldığı, adalet ve eşitliğin galip geldiği ilerici ve iç içe feminizm ilkelerine dayanan bir bakış açısı vardır.

Sorunlar genel olarak bu şekilde algılandığından, nedenler de genellikle birbirinden kopuk görülür.  Toplumsal sebeplerin azaltılması bir de doğrudan ve yalnızca belirli olgulardan (cinsiyet temelli şiddet, ırkçılık, homofobi vb) etkilendiği düşünülen grupların özel sorumluluklarına dönüştürülmesi, ezilenlerin içinde bulunduğu mevcut statükonun korunmasına katkıda bulunur. Bu nedenle gruplar sadece ezilmekle kalmaz, birbirinden izole de kalırlar. Bu tecrit durumu, kitlesel olarak örgütlenme ve iklim krizine, ekonomik, sosyal, cinsiyet ayrımcılığına vb. nihai bir çözüm getirecek radikal değişiklikleri kışkırtma gücü eksikliğini derinleştiriyor.

Arnavutluk’ta yeşil örgütler, özellikle Vjosa ve Valbona’yı savunmadaki hareketler nispeten başarılı olmasına rağmen, ataerkil bir yapıya ve milliyetçi imalara sahipler. İklim krizinin etkilerine en çok kadınlar maruz kalırken, son yıllardaki protestoların başını erkekler çekiyor.  Büyük çoğunluğu, mevcut bağlamda ataerkil egemenliği meşrulaştırarak, başarı kazanırken kamusal alana girmeyi “doğal” bir hak olarak görüyor. Arnavutluk’un kuzeyindeki eski Zall-Gjoçaj Ulusal Parkı’nın korunmasına yönelik eylemlere aktif olarak katılan yerel aktivistlerin tümü çevre bölgelerde yaşayan erkeklerdi. Aynı durum Vjosa Nehri’nin korunmasına yönelik eylemlerde de görülmektedir. Halbuki Valbona Nehri’nde, bu nehrin korunmasına ilişkin protestoların başlatıcısı ve en güçlü seslerinden biri her daim aktivist Catherine Bohne olmuştur. Kabul etmek gerekir ki, bu durum kimlik politikalarının nicel bir sorunu değildir; erkeklerin örgütlenmesi ve konuyu kitleselleştirmesi, kimlik politikalarında sadece kapsamlı bir mantık ve uygulama eksikliğini yansıtıyor. Aynı zamanda, krizin daha fazla katmanlaşmasına ve bunun gerçeklik üzerindeki yıkıcı etkisini algılamadaki başarısızlığın yansımanısına tekabül ediyor.  Ve daha pratik bir bakış açısına göre, kadınların yokluğu aynı zamanda protestolara daha az katılım anlamına geliyor, sonuç olarak yüksek sesli bir çağrı yerine boğuk bir yankı duyuluyor…

Bu eylemlere ve protestolara eşlik eden söylem de ataerkil bir söylem olmuştur. Valbona’ya dokunma” veya “Vjosa’ya dokunma” gibi sloganlar, tüm toplumsal yönleriyle egemenliğini gösteren şiddetli bir ataerkil dile aittir. Tıpkı aile içi ilişkilerden başlayarak toplumun her alanında kendi egemenliğini kuran ve “Valbona’lar” ile “Vjosa’lar”ı erkeklerin malı olarak gören  ataerkil yapı, Valbona ve Vjosa nehirlerini de yönetim ve oligarşik iktidarda erkeklerin malı olarak görmektedir. 

Bu nehirlere başka erkekler tarafından hakaret edilmesi, intikam almayı gerektiren ya da egoyu parçalamaya yetecek kadar erkeklik onurunu aşağılama anlamına geliyor. Oysa çevreyi korumaya ve iklim krizini çözmeye çalışmak, birbirleriyle savaşan erkeklerin işgal ettiği başka bir alan değildir; tam tersi nefret, intikam veya hükmetme arzusuyla hareket etmeyen sosyal bir çabadır. Bu çabanın kalbinde doğa sevgisi, yaşam sevgisi, birbirine karşı sevgi; şiddetin, yıkımın ve hiyerarşik kategorilerin olmadığı, bir tarafın sürekli olarak diğerine hükmetmediği bir dünya, barış içinde bir dünya arzusu vardır.

Son olarak, diğer gruplar veya aktivistlerin (özellikle başkentten katılanların) dayanışması içinde, hareketlerin çeşitlenmesi, yeşil davanın gerekçesinde ve politikleştirilmesinde daha fazla çeşitlilik sağlamıştır. Ancak Arnavut gerçekliğinde hala gerçek ekofeminizmden söz edemeyiz. Yeşil ve feminist dava, büyük dönüştürücü potansiyellerine rağmen hala istikrarsız. Ama bir süredir yolculuktalar. Geriye yolların kesişmesi ve oradan da aynı ritimde yan yana, barışçıl ve yaşanabilir bir dünya için hedefe doğru yürümek kalıyor.

✎ Gresa Hasa

Gresa Hasa, “Shota” dergisinin kurucu ortağı ve genel yayın yönetmenidir. Aynı zamanda Tiran’daki feminist sosyal merkez Shtëpia Publike’nin kurucu ortağıdır. Yıllardır Arnavutluk’ta toplumsal cinsiyet sorunları, öğrenci ve sendikal örgütlenmelerle uğraşmaktadır. Aynı zamanda siyasi, kültürel ve sosyal içerikli eleştirel yazılarla yerli ve yabancı medyaya düzenli olarak katkıda bulunmuştur.
© PRIZMA MEDIUM

Bu yazı, Kosova Açık Toplum Vakfı’nın mali desteğiyle hazırlanmıştır. Bu yayında ifade edilen görüşler Prizren Medya Derneği’ne aittir ve hiçbir şekilde Kosova Açık Toplum Vakfı’nın görüşü olarak kabul edilemez.