Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nün direktörü paleogenomist Svante Pääbo bir Neandertal iskeletinin replikasıyla. – Fotoğraf: Karsten Möbius

Neandertal kemikleri ilk olarak 1856’da Neander Vadisi’ndeki bir Alman taş ocağında keşfedildi. Ancak genetik analizin icadından önce, onları inceleyen bilim insanları görünüşlerini insan kemikleriyle karşılaştırmakla sınırlıydı. DNA dizilemenin keşfiyle bile, materyalin zaman içinde bozulması ve çeşitli nedenlerden kaynaklanan kontaminasyon nedeniyle, antik genetik materyaller ile çalışmak son derece zordu.

Pääbo, Neandertal kemiklerinden antik DNA’nın çıkarılmasını, dizilimin ve analizini içeren yeni teknikler geliştirdi. Bu yöntemleri Avrupa genelinde keşfedilen üç Neandertal kemiğine uyguladıktan sonra, Pääbo 2008 yılında tüm Neandertal genomunu başarılı bir şekilde sıraladı ve keşfi 2010 yılında kamuoyuna duyuruldu. Çalışmaları sayesinde bilim insanları, Neandertal genomlarını bugün yaşayan insanların genetik kayıtları ile karşılaştırabilme imkânına sahipler.

Kim Olduğumuzun ve Buraya Nasıl Geldiğimizin Arkasındaki Şaşırtıcı Bilim

Pääbo sadece insanlar ve Neandertallerin genetik olarak farklı olduğunu keşfetmekle kalmadı, aynı zamanda iki türün yaklaşık 800 bin yıl önce yaşamış olan yakın bir ortak ataya sahip olduğunu (bu son ortak ataların tarihi hala tartışılsa da) ve Neandertaller ve modern insanın aynı zamanda birlikte yaşayıp, çoğaldığını ortaya çıkardı. Avrupa veya Asya kökenli günümüz insanlarında, DNA’nın yüzde 2’ye kadarı Neandertallerden kaynaklanmaktadır.

Denisovalıların Keşfi

Neandartel genomunun ortaya çıkmasına vesile olan teknikler daha önce bilinmeyen başka bir hominin’in muhteşem keşfinin yapılmasına ön ayak oldu: Denisovalılar.

2008’de, Sibirya’nın Denisova Mağarası’nda keşfedilen 40 bin yıllık bir kemik parçasının genomuna baktıktan sonra, Pääbo ve diğer araştırmacıları tamamen yeni bir hominin olan Denisovalılar’ı keşfetti. Pääbo’nun çalışmaları, bu türlerin her ikisinin de modern insanlarla birlikte var olduğunu ve DNA’larının bizimkiyle karıştığını ortaya çıkardı. Eski atalarımızın bu dalının, Doğu Avrasya’daki insanlarla soyunu devam ettirdiği gösterildi – Yeni Gine, Solomon Adaları, Fiji, ve Güneydoğu Asya’nın bazı kısımlarını içeren Okyanusya’nın bir alt bölgesi olan Melanezya’daki popülasyonlar, yüzde 6’ya kadar Denisova DNA’sı taşır. Atalarımızla karşılaşmanın bıraktığı genetik izlerin bir kısmı bugün tıbbi açıdan önemlidir. Örneğin Denisovalılardan miras kalan genlerden biri olan ‘EPAS1’ adlı gen bir Denisova versiyonu ve günümüz Tibetlilerinin yüksek rakımlı, düşük oksijenli ortamlarda hayatta kalmasına yardımcı oluyor.

Pääbo’nun keşifleri sadece insanların nereden geldiğini ortaya çıkarmakla kalmayıp, aynı zamanda modern insanın nasıl bu kadar başarılı olduğunu da vurguladı. Son 40 bin yıl, insanlık tarihinde oldukça benzersiz, çünkü etraftaki tek insan türü biziz. Neandertaller büyük beyinlere sahip, son derece sosyal ve son derece karmaşık araçlar kullanan eski insanlardı. Ancak 40 bin yıl önce yok olana kadar, kültürel kalıpları yüz binlerce yıl boyunca çok az değişti. Modern insan ise hızla karmaşık kültürler ve ileri derecede yenilikler geliştirdi, en sonunda da gezegenin her yerine yayıldı. Bu dramatik gelişimin temeli, Neandertaller ve Denisovalılardan ayrıldıktan sonra meydana gelen genetik değişikliklerde yatmalı. Pääbo’nun çalışmaları, bu önemli genetik farklılıkları ortaya çıkararak bunların modern insanın gezegene nasıl hükmettiğine dair araştırmalar için de temel sağlıyor.

✎ Şeyma Celina Suroy

© PRIZMA MEDIUM