İlustrasyon: Hadis Abdula

✎ Hadis Abdula

Diğer bir deyişle kentler, halkın temel gereksinimlerinin yanı sıra sosyalleşme ihtiyaçlarını da karşılayan sistemler olma özelliği taşımaktadır. Zaman içerisinde, değişen toplumsal yapılar, savaşlar, endüstri devrimi gibi gelişmeler, kentlerin yapısını da dönüştürmeye başlamış, yeni gereksinimler ortaya çıkmıştır. Tüm bu süreç, halkları etkilediği gibi, kentleri de hem morfolojik hem de anlamsal olarak etkilemiştir. Diğer bir ifadeyle, kentin gözle görünür fiziksel yapısı zaman içerisinde kaymalar yaşarken, kentin anlamı da değişmeye başlamıştır. Ancak, dönüşen kent yapısı, aslında sürekli gündelik yaşama göre şekillenmiştir. Diğer bir ifadeyle, insanların temel gereksinimlerinin dışında, bir araya gelmeyi, sosyalleşmeyi, etkileşimi mümkün kılan ortak ve kamusal alanlar, toplumların kültürel yapılarına, kimliklerine ve kolektif birikimlerine göre form almışlardır. Bu mekanlar, toplumlarla etkileşim içerisinde iken, zamanla toplumları simgelemeye başlamış, sosyal etkileşimlerin merkezi haline gelmiştir. Böylelikle, karşılıklı bir etkileşim süreci yaşanmıştır; insanlar kenttte yaşarken karakterleri kentin karakterine benzemeye, aynı şekilde kentler de içinde yaşayan insanlara benzemeye başlamıştır. Yani çeşitli grupların kentleri dönüştürme kabiliyetlerinin yanı sıra, kentlerin de toplumları dönüştürme gücü mevcuttur. Bu anlamda, kentlerin yapısı, toplumların gündelik yaşamlarını etkilemekle kalmayıp, onların düşünce yapısını ve karakterlerini de şekillendirmektedir. Tam da bu nedenle, demokratik ve eşitlikçi toplumlar için, demokratik bir kent yapısına ve yönetimine ihtiyaç vardır.

Michael E. Smith’in aktarımı ile Louis Wirth’e göre tarihsel süreçte kentler, sosyal heterojenliğin olduğu büyük ve yoğun bir yerleşim yeri olarak tanımlanabilir; bu anlamda kentler aslında herkesin tanıdığı belirli yasaların altında ve ortak bir amaç uğruna bir araya gelmeye karar vermiş olan büyük topluluklardan oluşmaktadırlar. Bu temel tanım, kentlerin aslında bir ortaklık, anlaşma ve haklar üzerine kurulan bir toplumsal sistem olduğunu ortaya koyar. Bu konuda Rousseau, ‘toplum sözleşmesi’ kitabında toplum olmanın temellerini tanımlarken toplum düzeninin önemine vurgu yapar: “toplum düzeni bütün öbür hakların temeli olan kutsal bir haktır” der ve öte yandan, düzeni sorgulama noktasında özellikle adalet ve değerlere dikkat çekmeye çalışır: “doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, insanda çok önemli bir değişiklik yapar: davranışındaki iç güdünün yerine adaleti koyar, daha önce yoksun olduğu değer ölçüsünü verir ona”. Bir başka deyişle, toplumları toplum yapan, insanların birlikte yaşayabilmelerini sağlayan şey, aslında bir toplumsal anlaşma üzerinden herkesin eşit görülmesi, toplumu oluşturan bütün alt gruplara adalet çerçevesinde aynı değerin verilmesinden başka bir şey değildir. Bu bakış açısı da Rousseau’nun toplum sözleşmesini sürdürülebilir kılma noktasında önem verdigi bir ilkeye denk gelmektedir: “toplumun her üyesi bütünün bir parçası kabul edilmelidir”. Rousseau’nun toplum düzenine geçiş vurgusu, kentleşmenin hızla yayılması ile de doğrudan ilişkilidir. Kentleşme sürecinde yaşanan toplumsal sorunlar, doğal yaşam halinden toplum düzenine geçiş sürecinde yaşanan sancılara benzetilebilir niteliktedir.

Görsel: The New York Times Archives

Amerikalı mimar Hugh Newell Jacobsen, bir kente bakmayı, aynı zamanda onu inşa eden herkesin umutlarını, özlemlerini ve gururunu okumaya benzetir. Kenti inşa etmek ise, kentte yaşamak, kentin hikayesinde yer bulmak ve bir şekilde kentte iz bırakmak anlamına gelir. Bu iz bırakma süreci ise, kentle kurulan bağ ile mümkün olur. Çünkü kent, yaşamın aktığı, gündelik hayatın fonunu oluşturan bir yapı olmanın dışında, insanların aidiyet hissi yaşadıkları, kendilerini güvende hissetmeleri gereken, her kentli bireyin eşit bir şekilde hak iddia edebileceği, kimse için sınır teşkil etmeyen bir fiziksel ve aynı zamanda anlamsal mekan olmalıdır. Bu durum, aslında ideal toplum düzeni ve ideal kentlere işaret etmektedir. Toplumsal düzenin ve kentlerin aslında nasıl olması gerektiğine dair çalışmalar tarih boyunca hem felsefecilerin hem de sanatçıların ilgi alanı içerisinde olmuştur. Platon’un Devlet’i de dahil öncesinde ve sonrasında süregelen ideal toplum düzenini tasvir etme çalışmaları, diğer bir ifadeyle ütopyalar, toplumsal düzeni kurarken sürekli kentsel mekan betimlemeleri üzerinden ilerlemişlerdir. Ütopyaların imerkezinde sürekli bi ideal kent düşüncesi yatmaktadır. Tasvir edilen ideal kentler, yönetim bakımından olduğu kadar, mekansal olarak da idealize edilmeye çalışılmışlardır.

İlustrasyon: Hadis Abdula

Thomas Moore’un ‘Ütopya’sı, Thoma Campanella’nın ‘Güneş Ülkesi’, Edward Bellamy’nin ‘Geçmiş’e Bakış’ı, Ernest Callenbach’ın ‘Ekotopya’sı ve diğer ütopyalar, daha adil ve eşitlikçi bir yaşam için, toplumsal düzenlemelerin yanı sıra, daha demokratik kentsel mekanlar, herkesin eşit bir şekilde erişebileceği ve parçası olabileceği kentler hayal etmişlerdir. Ütopya çalışmalarının yanı sıra, Vitrüvius’tan Alberti’ye, Filarete’den Da Vinci’ye ve sonrasında modernizm döneminde ortaya atılan ideal kent tasarımları da toplumsal düzeni şekillendiren, mükemmel geometrik yapıya sahip ideal kentler tasarlamaya girişmişlerdir. Bu anlamda, hem kentsel ütopyalar hem ideal kent çalışmaları, toplumsal hayatı düzenleme noktasında, toplumların bir aynası olarak ele alınabilecek kentlerin düzenlenmesinin, çok önemli bir yer kapladığını ortaya koymaktadır. Diğer bir söylemle, eşitlikçi ve demokratk bir toplum için, daha demokratik ve erişilebilir, halkın her kesimine eşit bir şekilde yaklaşan bir kentsel mekan oluşturma anlayışı kritik bir öneme sahiptir. Ancak, bu çalışmalar temelde geleceği öngörmeye çalışan teknik planlamaların ve yaşanan toplumsal sorunların kentsel iyileştirme çalışmaları ile önüne geçmeye çalışmaktan ileri gidemediği görülmektedir. 

Kent, Kentli ve Kent Hakkı Üzerine

Kentlerde yaşanan mekansal ve toplumsal sorunlar, özellikle endüstri devrimi ile hızlanan kente göç, kentte yoğun nüfus artışı, kentlerin büyümesi ile katlanarak artmaya başlamıştır. Kentlerin büyümesi, sosyal, ekonomik ve çevresel sorunları da beraberinde getirmiş, sosyal çatışmalar ortaya çıkmış, kar merkezli düşünce yapısı kentleri şekillendirerek kentsel parçaların ve hizmetlerin özelleştirilmesine, kentsel dönüşüm çalışmalarıyla düşük gelirli grupların kent merkezinden uzaklaştırılmasına, düşük maliyetli konut ve erişilebilir kamusal alan kıtlığına yol açmıştır.

Bu düşünce yapısı, ‘kent hakkı’ ve ‘kentsel adalet’ gibi kavramları beraberinde getirmiş, özellikle toplumlarda marjinalleştirilmiş gruplar ve kent arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir. Günümüzde dünyanın her yerinde çeşitli politik, dini, kültürel, sosyo-ekonomik ve farklı nedenlerle toplumsal olarak marjinalleştirilmiş grupların, kentsel mekanlardan da soyutlanmış oldukları görülmektedir. Bu durum, demokratik ve adaletli bir kent yapısından söz etmeyi imkansız hale getiren temel unsurların başında gelmektedir.

İlustrasyon: Hadis Abdula

Yaşanan eşitsizlik, ayrıştırıcı politikalar, kent ve kent sakinleri üzerinde bir baskı kurmaktadır. Özellikle, kapitalist sistemin yansıması haline gelen kentlerde, kent hakkının işgali ve gaspı söz konusudur. Bu bağlamda, yaşanan krizler, toplumsal olaylar ve harektler neticesinde, kent hakkı, anti-kapitalist bir içerikle bütünleşerek, popülerleşmeye başlamıştır. Bu nedenle, kent hakkı, aslında kapitalist bakış açısıyla yönetilen, planlanan, kentlinin belli bir kesiminin çıkarı doğrultusunda ilerleyen bir kent yapısının tam olarak karşısında duran düşüncelerin, isteklerin ve gerekliliklerin temsilidir. Başka bir ifadeyle, kent hakkının korunmasını Taksim Gezi Parkı örneği üzerinden ele alan Şen’in de vurguladığı gibi, “modern kent, çelişen çıkarların en önemli çatışma alanlarından biri olmuştur”. Özellikle farklı insanların bir araya geldiği, farklı isteklerin karşı karşıya kaldığı ve dolayısıyla heterojen bir yapıya sahip kentlerde farklı görüşlerin çatışması kaçınılmazdır ve bu sorun aslında yeni yaşam ve ikamet etme şekilleri ortaya çıkmış, kolektif hareket eden yeni kent anlayışları – Lefebvre’nin tanımıyla yapıt (ouvre)- ortaya çıkmıştır.

Bu noktada, kent hakkı kavramını 1967 yılında yayınlanan ‘şehir hakkı’ kitabıyla ilk kez ortaya atan ve kenti bir bütünsel yapı olarak ela alan Lefebvre, bu yapının ardında, toplumun oluşturduğu değerler bütününün yatmakta olduğunu ileri sürer. Bu noktada, iktidar, sermaye sahipleri ve kent arasında bir çatışmaya değinir ve aslında devletlerin, sermaye sahiplerinin kentin aleyhine olacak bazı adımlar attıklarını söyler; kapitalizm kent mekanını işgal eder, yeni mekanlar üretir, kentsel mekan metalaşır ve böylece kent kendi özgünlüğünü kaybeder. Bu doğrultuda, kentin artık toplumun yararına olan işlevlerini yitirdiğini söylemek mümkündür. Bu gelişmelerin önüne geçebilmenin yolu ise, bir toplum bilincinin oluşturularak, yaşanan bu gelişmelere bir baş kaldırış yapmak, bir toplumsal devrim yapmaktan geçmektedir ve Lefebvre’e göre mevcut düzene karşı çıkan bu devrimci bakış, kent hakkının temel tanımı olarak ele alınabilir. 

Lefebvre, kent hakkını tanımlarken, kent hakkının “özgürlük hakkı, toplumsallık içinde bireyleşme hakkı, habitat ve mesken hakkı, yapıt hakkı, katılım ve sahiplenme hakkı”nı içinde barındırdığını vurgular ve kent hakkı aslında konut, yerleşme, özgürlük ve bireyselleşme gibi kavramlar çerçevesinde şekillenmektedir.

İlustrasyon: Hadis Abdula

Diğer bir deyişle, kent hakkı, aslında kentsel demokrasiyle ilgilidir; kentlinin kente ait olma, aidiyet hissi yaşaması, kentin kentte yaşayanların eylemlerine bir altyapı oluşturması, kentle ilgili alınacak kararlar noktasında daha katılımcı ve şeffaf süreçler anlamına gelir. Bu anlamda, kent hakkı, dominant yönetici sınıfına karşı bir devrim olarak tarif edilebilir. Bu devrimin amacı, kentsel mekanların işgal edilmesine, halkın belirli kesimlerinin kentsel adaletten yoksun kalmasına, doğa ve kamusal alanların toplum yararına kullanılması yerine kişisel menfaatler için tahrip edilmesine karşı çıkmaktır.

Öte yandan, kent hakkını insan haklarının en değerli ve en göz ardı edilmiş hakkı olarak tanımlayan David Harvey de önemli çalışmalar ortaya koymuştur. Harvey, kent hakkını, işçi sınıfı üzerinden okumaktadır; ona göre kapitalist sistemin artı değer üzerine yoğunlaşması ile kentler de bu artı değere odaklanır ve sonuç olarak sermaye sahibi insanlar tarafından kullanılırlar ve işçi sınıfı ötekileştirilmeye başlanır. Bu anlamda, kent hakkı kavramı, ötekileştirilmeye karşı çıkar, kentle ilgili konularda herkesin söz hakkı alabilmesi gerektiğini ve bu süreçte kimsenin marjinalleştirilmemesi gerektiğini vurgular. Harvey’e göre mevcut dünya düzeninde özel mülkiyet ve kar oranı, akla gelebilecek bütün haklara karşı baskın çıkmaktadır, ancak bazı durumlarda kolektif bir tepki üzerine belirli hak arayışı hareketleri zaman zaman sonuç da getirmiştir. Bu doğrultuda Harvey, emek hakkı, kadın hakları, siyahilerin hakları ve azınlık hakları gibi hak arayışlarını örnek gösterir. Burada kent hakkının da, toplumların kolektif bir şekilde talep etmesi gereken haklardan birisi olduğuna vurgu yapar. Harvey, kent hakkını ele alırken, kenti insanın kendisiyle özdeşleştirir ve ideal kent arayışı sırasında aslında nasıl insanlar olmak istediğimizi de sorguladığımızı ve bu nedenle kent hakkının aslında yalnızca kentin vaad ettiklerine ulaşım hakkından çok, tercih ettiğimiz sosyal ilişkiler, kullanmak istediğimiz teknolojiler, sahip olduğumuz estetik değerlerle alakalı olduğunu ileri sürer; kent hakkı aslında kenti değiştirerek kendimizi de istediğimiz şekilde değiştirme hakkıdır ve bireysel haktan çok kolektif bir haktır. 

Öte yandan, Harvey, kent hakkının, kentsel altyapılara, kamusal alanlara ve özetle kent kaynaklarına erişimin açık olmasının yanı sıra, aslında kentle ilgili süreçlerde kolektif bir güçle değişim yapılabilmesini de mümkün kıldığını ileri sürer. Diğer bir söylemle, katılımcılık ve demokratik süreçlerin yanı sıra, kent aktörleri, kentlerin dönüşüm süreçlerinde de sürekli aktif bir rol oynama gücüne sahip olmalıdırlar.

Harvey ve Lefebvre’in aslında altını çizmeye çalıştıkları temel konu, kent içerisinde yaşayan herkesin kentin bütün süreçlerinde aktif olabilmesi ve bunun sürekliliğinin teşkil ettiği önemdir. Çünkü, kent hakkı, yalnızca kentin sunduğu potansiyel kaynaklara erişim hakkı değil, aynı zamanda bütün dönüşüm süreçlerinde de söz hakkına sahip olabilmeleridir. Bunun için, özellikle en temel haklara bile erişim imkanı olmayan kent sakinlerinden başlayarak, herkesin kent hakkından faydalanması, aslında temel bir insan hakları mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu doğrultuda, insanların kent hakkı’ndan nasıl ve hangi şekillerde mahrum bırakıldıklarını anlamak için sonraki yazılarımızda değineceğimiz, marjinal ya da marjinalleştirilmiş gruplara bakmak, onların gündelik hayatta ne gibi görünmez sınırlar içerisinde yaşadıklarına odaklanmak gerekir.

© PRIZMA MEDIUM

Bu yazı, EFB’ın mali desteğiyle hazırlanmıştır. Bu yayında ifade edilen görüşler Prizren Medya Derneği’ne aittir ve hiçbir şekilde EFB’ın görüşü olarak kabul edilemez.

Yazıda Kullanılan Kaynaklar:

Rousseau,J. J. (2020). Toplum Sözleşmesi, özgün adı: Du Contrat Social 91946), Çev: Vedat Günyol, İş Bankası Kültür Yayınları , s.4
Sönmez, I. B. (2011). Kent Planlama ve Adalet İlişkisinin Değişen İçeriği, “Herkes için Kent Herkes için Planlama”, Dünya Şehircilik Günü 7. Türkiye Şehircilik Kongresi
Domaradzka, A. (2018). Urban Social Movements and the Right to the City: An Introduction to the Special Issue on Urban Mobilization, Springer, Voluntas (2018) 29:607–620
Kuran, H. (2016). Kitap İncelemesi: Henri Lefebvre: Şehir Hakkı, Ankara Universitesi SBF Dergis
Şen, A. F., (2015). Kent Hakkının Korunmasında Bir Mücadele Alani Olarak Alternatif Medya: Taksim Projesi ve Gezi Parki Örneği, Selçuk İletişim, 2015, 9 (1): 141-161, doi: 10.18094/si.71390
Marx ve Lefebvre’nin homojen yapıya sahip köylerdeki yapıyı küçükmesemesinin nedenlerinden birisi, heterojen yapıya sahip olmamalarıdır, Mitchel, D. (2003). The Right to the City Social Justice and the Fight for Public Space, The Guilford Press, New York / London
Mitchel, D. (2003). The Right to the City Social Justice and the Fight for Public Space, The Guilford Press, New York / London
Ergönül, E., & Sadioğlu, U. (2020). Kentsel Çöküntü Alanları Üzerine Teorik Bir Tartışma. KAÜİİBFD, 11(Ek Say 1), 155-180.
Dinçer, Ö., (2016). Sürdürülebilir Kentleşme Tartişmalari ve Kent Hakki, Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl:5 Sayı:10 (2016)
Kuran, H. (2016). Kitap İncelemesi: Henri Lefebvre: Şehir Hakkı, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi
Henri Lefebvre (2015), Sehir Hakki, Özgun Adi: La Droit a La Ville (1967) Çev. Işık Ergüden, Sel Yayınları, Istanbul, s.151
Güler, M. (2011). Kentsel Haklar, Kapitalizm ve Katılım, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 66-1, 2011
Harvey, D. (2010). Rebel Cities, From the Right to the City to the Urban Revolution, Verso, London / New York
Ibid.
Domaradzka, A. (2018). Urban Social Movements and the Right to the City: An Introduction to the Special Issue on Urban Mobilization, Springer, Voluntas (2018) 29:607–620